Birçok kişi tarafından “20’nci yüzyılın en önemli arkeolojik keşfi” olarak tanımlanan Uluburun batığı bugünlerde yine gündemde. Uzun yıllar boyunca yürütülen titiz çalışmalarda Akdeniz’de çok gelişmiş bir sevkiyat ağı olduğunu kanıtlayan 3 bin 300 yaşındaki Uluburun batığına dair çok sayıda önemli bilgiye ulaşıldı. Geçtiğimiz günlerde İsrail merkezli The Jerusalem Post gazetesinin tekrar gündeme getirdiği haberde Uluburun’daki nadir bir maden olan kalayın yaklaşık 3 bin kilometreyi aşan bir sevkiyat zinciriyle Akdeniz kıyısına getirildiğine dikkat çekildi. Haberden sonra tekrar gündeme gelen Uluburun batığının ortaya çıkarılması ve dünyaya tanıtılmasında büyük bir katkısı olan Teksas A&M Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, Sualtı Arkeoloji Enstitüsü’nün (INA) ikinci başkanı ve antik dönem gemileri sorumlusu Türk bilim insanı Prof. Dr. Cemal Pulak ise Uluburun’a dair bilinmeyenleri ve merak edilenleri milliyet.com.tr’ye anlattı.
ULUBURUN NEDEN ÖNEMLİ?
M.Ö. 14. yüzyılın sonlarına tarihlenen Uluburun batığına gösterilen ilginin geçmişi 40 yıl öncesine kadar dayanıyor. Uluburun batığının Geç Tunç Devri’ne ait oldukça önemli ve büyük bir kargo gemisi olduğunu söyleyen Prof. Dr. Cemal Pulak, Uluburun’un önemini şu sözlerle anlattı:
“Yaklaşık 3 bin 300 yıl öncesine ait denizciliği, ticareti, kültürler arasındaki etkileşimi detaylı bir şekilde tek bir kontekste görme imkânını sağladığı için önemli bir batık. Doğu Akdeniz’deki bir limandan yüklediği stratejik değeri olan ve küçük bir orduyu donatacak kadar bronz silah ve zırh yapımında kullanılan kalay ve Kıbrıs bakırı dışında gemide 11 farklı kültürü temsil eden ve o dönemde etkileşim halinde olan Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarındaki kültürlere ait her türlü ham madde ve mamul ürün taşıması bakımından emsalsiz bir buluntu.”
Uluburun’a dair çalışmaların titizlikte yürütüldüğünü kaydeden Prof. Dr. Pulak, uzun süren restorasyon sürecinden sonra çeşitli kimyasal analizler yapılarak incelemelerin yürütüldüğünü ve bu yüzden günümüzde daha önce Uluburun’a dair hiç bilinmeyen bilgilere ulaşıldığını belirtti.
’20 TON CİVARINDA BULUNTU ÇIKARILDI’
Uluburun batığında oldukça değerli eşyaların yer aldığı bilinen bir gerçek. Peki bugüne kadar Uluburun batığında neler bulundu? Prof. Dr. Cemal Pulak, batıktan çıkanları tek tek şöyle sıraladı:
“Batıktan bugüne kadar tunç yapımında kullanılan on ton ham bakır külçe, bir ton ham kalay külçe, cam külçeler, Kenaan (Suriye-Filistin) seramikleri, kullanılmamış ihraç için Kıbrıs üretimi muhtelif ince seramikler, Miken seramikleri, abanoz ağacı kütükler, farklı malzemelerden yapılmış binlerce boncuk, altın ve gümüş mücevherat, içlerinde altın olanı bir tek Kraliçe Nefertiti’ye ait olan skarabeler, silindir mühürler, silahlar, mürettebata ait malzemeler ve aletler, farklı tartı birimlerine ait terazi ağırlıkları, içinde menengiç reçinesi olan amphoralar, büyük küpler, fildişi ve suaygırı dişleri, devekuşu yumurtaları, deniz kabuğu yüzükler ve gemiye ait çok sayıda büyük ebatlı taş çapalar gibi 20 ton civarında daha buluntu çıkarıldı.”
1982 YILINDA TESADÜFEN BULUNDU
Uluburun batığı 1982 yılında sünger avcısı Mehmet Çakır tarafından tesadüfen bulunmuş ve tüm dünyada heyecan yaratmıştı. O döneme ilişkin “Batık, Mehmet Çakır tarafından tesadüfen bulunup tarafıma bildirildi. 1983 yılı sualtı araştırması sırasında batığı bizzat gördükten sonra 1984 yılında Kültür Bakanlığı izniyle Prof. Dr. George Bass başkanlığında kazısına başlandı ve ertesi yıl George Bey kazı başkanlığını bana devretti” diyen Prof. Dr. Cemal Pulak, kazının 1994 yılında tamamlandığını, batıktan çıkarılan eserlerin konservasyon, restorasyon, belgeleme ve bilimsel çalışmalarının ise günümüzde de devam ettiğini belirtti.
Uluburun gibi büyük ve farklı materyalleri içeren buluntu topluluğu ile yapılan çalışmaların çok uzun yıllar aldığını vurgulayan Prof. Dr. Pulak, “Özellikle binlerce yıldır deniz suyu içerisinde kalmış malzemelerin konservasyon çalışmaları çok uzun zaman, emek, uzmanlık ve finans gerektiriyor. Konservasyon ve sonrasında restorasyon tamamlanmadan eser üzerindeki bilimsel çalışmaları yapmak çok zor çünkü üzerleri ya deniz tortusuyla kaplı oluyor ya da bünyelerinde barındırdıkları yoğun tuz sebebiyle oldukça kırılgan bir yapıya sahip oluyorlar” diye konuştu.
‘SURİYE’NİN KUZEYİNDEN MISIR’A KADAR ÖRNEK TOPLANDI’
“Gemideki seramik eserlere ait 10 bin civarındaki parçayı tam 20 yıldır birleştirip eserleri tümledik” diyen Prof. Dr. Cemal Pulak, ortaya çıkarılan 153 amphoranın her birinin Yakın Doğu’nun hangi bölgesinden geldiğini anlamak için İsrailli bir profesör ile iş birliği yaptıklarını, Suriye’nin kuzeyinden başlayarak Mısır’a kadar her 25 kilometrede bir kıyı bölgelerinden kil ve toprak örneklerinin toplandığını belirtti.
Yapılan analizler sonucunda Uluburun amphoraları ve diğer seramik eserlerin hangi bölgede üretilmiş olduğunun tespit edildiğini söyleyen Prof. Dr. Pulak, “Her bir amphora tümlendiğinden bunların hacim ölçümlerini de alarak Geç Tunç Devri’nde ihracatın standart hacim birimlerine göre üretilmiş amphoralar içinde yapıldığını tespit ettik. Tüm bu çalışmalar sonucunda Suriye-Filistin bölgesinde üretilmiş en geniş kapsamlı amphora grubunu oluşturduk ve bu malzeme bugün Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde emsalleri arasında en büyük referans koleksiyonu olarak dünya arkeolojisine sunuldu” diye konuştu.
‘O DÖNEMİ İYİ ANLAMAMIZ ADINA ÇIĞIR AÇTIĞI SÖYLENEBİLİR’
Uluburun batığına dair birçok kişi “20. yüzyılın en önemli arkeolojik keşfi” ya da “Yeni bir çağ açtı” gibi yorumlarda bulunuyor. Prof. Dr. Cemal Pulak, Uluburun hakkındaki yorumlara ilişkin olarak ABD’de yayımlanan Archaeology Dergisi’nin Uluburun’u ‘dünyadaki en önemli 20 arkeolojik keşiften biri’ olarak dünyaya duyurduğunu hatırlattı.
Prof. Dr. Pulak, “İnsanlığın geçmişinde Geç Tunç Devri’ni ve bu dönemdeki deniz aşırı ticaretini aydınlatması bakımından farklı ve uzak bölgelerdeki kültürlerin birbiriyle ne kadar sıkı ilişkilerde olduğunu ortaya çıkarması bakımından çok önemli ve bu dönemi daha iyi anlayıp değerlendirebilmemiz adına çığır açtığı söylenebilir” diye konuştu. Uluburun’un günümüzde taşıdığı öneme de dikkat çeken Prof. Dr. Pulak, “Bugün hayatımızın maalesef can damarı olan petrolün Orta Doğu’dan Batı’ya deniz yollarıyla ulaştırılması gibi Geç Tunç Devri’nde de Yunanistan ve ötesine silah ve muhtelif bronz alet yapımı için gerekli olan bakır ve kalayın aynı şekilde Uluburun’daki gibi gemilerle sağlandığı anlaşılıyor” dedi.
Araştırmacılar geminin taşıdığı ağırlığı 1 tonu bulan külçe kalaylarını analiz etti. Dünyanın en eski ticaret gemisindeki kalayın üçte ikisinin, Özbekistan’daki göçebe çoban topluluğu tarafından üretildiği belirlendi. Kalayın üçte birinin ise Türkiye’deki Toros Dağları’ndan çıkarıldığı belirtiliyor.Kalay, Özbekistan’daki tarih öncesi madenden Doğu Akdeniz kıyısına kadar 3 bin kilometre taşındı. Kilit maden, ardından antik gemiye yüklendi. Kalayın değerli bir metal olan bronza dönüştürülmek üzere Orta Doğu’ya götürülmesinin planlandığını belirtiyor. Bilim insanları, Orta Doğu, Asya ve Avrupa ülkeleri arasındaki kalay ticaretinin çok kültürlü ve çok bölgeli bir sistemle desteklendiği sonucuna vardı.
ULUBURUN DENİLİNCE AKLA GELEN İLK FOTOĞRAF
Uluburun batığının ortaya çıkarıldığı günden itibaren dünyada büyük ses getirdiğini hatırlatan Prof. Dr. Cemal Pulak, dünyaca ünlü National Geographic dergisinden bir ekibin kendilerine 80’li yılların sonunda eşlik ettiğini şu sözlerle anlattı: “National Geographic dergisinden bir ekip 1987 yılında izinler alarak yaklaşık birkaç aylık süreyi kazıda bizimle geçirdi ve 1987 yılı Aralık sayısında Uluburun dergiye kapak oldu. Dünyanın en eski batığı olarak tam 45 sayfalık bir makale ile Uluburun batığını anlattık ve bu 45 sayfalık makale o güne kadar serilerinde yayınlanan en uzun makaleydi. Bugün hâlâ o sayının kapağında kullanılan fotoğraf, Uluburun batığı denilince akla ilk gelen görseldir.”
11 YILDA 25 BİN DALIŞ
Anadolu’nun ve içinde Türkiye’nin de olduğu coğrafyanın en büyük hazinelerinden biri olarak görülen Uluburun batığı kazısının 11 sene boyunca tam 25 bin dalış yapılarak gerçekleştirildiğini kaydeden Prof. Dr. Cemal Pulak, sualtında bilimsel kazı yapmanın oldukça zorlu ve sabır isteyen bir iş olduğunun altını çizdi. Her batık kazısı sırasında en ince detaya kadar hassaslıkla çalışılması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Pulak, denizin derinliklerindeki kazı sırasında hata yapmanın ya da ufak bir detayı gözden kaçırma olasılığının oldukça yüksek olduğunu ve kaçırılan detayların bilimsel bedellerinin de bir hayli fazla olabildiğini vurguladı.
Deneyimli bir ekiple çok uzun süreli ve dikkatli bir şekilde kazı yapılması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Pulak, “Uluburun kazısı sırasında bulduğumuz ufacık çörek otu tohumları bu baharatın Batı’ya sevk edilen en eski örneklerinden olduğunu ortaya koydu” dedi. Batık kalıntılarının karada bulunmuş olması halinde tek bir yazlık kazı döneminde tamamlanabileceğini ancak çalışmaların sualtında çok daha uzun bir zaman aldığını söyleyen Prof. Dr. Pulak, “İncelediğimiz batık sualtında 44-62 metre derinlikte olduğu için tam 11 yılda tamamlayabildik. Bu sürenin bu kadar uzun olmasının bir diğer sebebi de detaylara verdiğimiz önemdi. Çalışmalarımızın Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izni ve desteğiyle Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi arkeologlarının özverili destekleriyle başarıya ulaştırılabildiğini özellikle belirtmeliyim” diye konuştu.
ÖZELLİKLE Mİ BATIRILDI?
Özellikle pek çok sosyal medya kullanıcısı Uluburun’un içinde taşıdığı değerli eşyalar yüzünden özellikle batırıldığına inandıklarına dair yorumlar yapıyor. Bu yorumlar son dönemde sıklıkla sosyal medyada karşımıza çıksa da iddialar hiçbir zaman kanıtlanmadı. Prof. Dr. Cemal Pulak, iddialara yönelik “Bugüne kadar yaptığımız çalışmalar sonucunda böyle bir veriyi kanıtlayacak bir bilgiye ulaşmadım” yorumunda bulundu.
Yakın geçmişte 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği, Uluburun’un bir replikasını inşa etmiş ve bu inşa sırasında çok zorlandıklarını kamuoyuyla paylaşmıştı. Prof. Dr. Pulak, replika girişimleri sırasında dernekle bir süre birlikte çalıştıklarını, elindeki Uluburun’a dair çizimleri dernek üyeleriyle paylaştığını söyleyerek ekledi:
“Bu çalışma sırasında çok zorlandıklarını biliyorum. Antik dönem gemilerinin inşa tarzı bugünkünden çok farklı, daha zahmetli ve ince çalışma gerektirdiğinden replikanın inşası sırasında ilk birkaç sıra kaplama tahtalarının gövdeye yerleştirilmesinden sonra bu eski inşa yöntemi yerine daha pratik bir inşa yöntemine geçmek durumunda kalmışlardı. Tüm bu zorluklara rağmen sonunda gayet güzel ve bilgilendirici bir gemi replikası ortaya çıkarttıklarını düşünüyorum.”